Koronavirüs salgını ile birlikte ortaya çıkan ekonomik sıkıntılar hem sürdürülebilir ekonomiyi hem de yeşil toparlanmayı gündemin ilk sıralarına taşıdı. Avrupa Birliği’nin (AB) yürürlüğe koymaya hazırlandığı Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın (AYM) küresel boyuttaki sonuçları da gündemi sıkça meşgul eden bir konu haline geldi.
Emekli Büyükelçi Mithat Rende iklim değişikliği, Avrupa Yeşil Mutabakatı ve Mutabakat’ın Türkiye’ye etkilerini Temiz Enerji Haber Portalı için değerlendirdi.
İklim değişikliği son dönemde bir anda tüm dünyanın gündemine yerleşti. Bunun sebebi sizce nedir?
İklim değişikliği, son zamanlarda uluslararası gündemin üst sıralarında yer aldı ancak öncesinde neler yaşandı ona bir bakalım.
Öncelikle ABD’de Trump, 2015 tarihli Paris İklim Anlaşması’ndan çıktığını duyurdu. Joe Biden ise seçime doğru giderken iklim değişikliği konusunu ön plana çıkardı ve kazanması durumunda anlaşmaya geri dönüş yapacağını ve iklim değişikliğinin gündemin ilk sıralarında yer alacağını açıkladı. Nitekim Biden’ın ilk icraatlarından biri Paris Anlaşması’na dönmek oldu. Aslında bunun çok önemli nedenleri var.
Biden’ın ilk üç önceliği; pandemi ile mücadele, iklim değişikliği ve ekonomik toparlanma ile işsizliğin ortadan kaldırılması oldu. Daha da önemlisi Biden, iklim değişikliğinin oluşturduğu riskleri yaşamsal bir tehdit olarak öne çıkardı. Aynı zamanda istihbarat kurumlarına iklim değişikliğinin ABD’nin güvenliğine ve ekonomik istikrarına yönelik ne tür tehditler içerdiğini araştıran bir rapor hazırlamaları talimatı verdi. Tüm bu adımlar başkalarının da gözünü açtı.
ABD’li bir şirketin yaptığı araştırmaya göre, 2017 yılında ABD’de iklim değişikliği 16 farklı afete neden oldu ve bu afetlerin ABD ekonomisine toplam zararı 309 milyar doları buldu.
Buna ilave olarak ABD İklim Özel Temsilcisi John Kerry, 2020 yılında ABD ekonomisinin iklim değişikliği nedeniyle yaşadığı zararın 200 milyar dolar olduğunu ifade etti. Bu rakam Türkiye’nin Gayrisafi Milli Hasılası’nın dörtte biri anlamına geliyor.
Peki, dünya neden bu kadar önem veriyor? Çünkü iklim değişikliğinin bilimsel olarak insan kaynaklı olduğu ortaya konuldu. Kimileri bunu çok ciddiye almazken kimileri ise yaşamsal bir tehdit olarak görüyor.
“İklim değişikliği su kaynaklarını ve enerji alt yapısını tahrip ediyor”
Peki, neden yaşamsal bir tehdit? İklim değişikliği temiz su kaynaklarını tehdit ediyor. İnsanlık için temiz su yaşamsal öneme sahip. Onun dışında enerji alt yapılarını da tahrip ediyor. Örneğin geçen sene Filipinlerde 250 km hızla esen kasırga büyük bir tahribata ve 100 kişinin ölümüne yol açtı. Daha önce New York’ta yaşanan Sandy Kasırgası nedeni ile şehre yedi gün elektrik verilemedi.
Tsunami, aşırı yağışlar ve kuraklık da iklim değişikliğinin diğer zararları arasında. Örneğin ülkemizde Rize, Artvin ve Giresun’da aşırı yağışlarla karşılaşıyoruz. Konya Ovası’nda ise kuraklıkla mücadele ediliyor ve bu durum tarımı çok olumsuz etkiliyor.
Anadolu çok kırılgan bir bölge… Hükümetlerarası İklim Paneli’ne göre, Akdeniz Bölgesi iklim değişikliğinden en olumsuz etkilenecek alan ve Türkiye coğrafyası da bu kırılgan bölge içinde yer alıyor. Bu nedenle bizim daha da dikkatli olmamızda yarar var.
Buzulların erimesi sonucu denizlerin su seviyesinin artması da bir sorun ve deltaları vuruyor. Beklenen en kötü hal senaryosuna göre dünyanın en verimli deltalarının deniz suyu altında kalma riski var. Bunların hepsi sanayi devriminin başlaması ile birlikte ortaya çıkan değişiklikler. O zamandan 2002 yılına kadar yeryüzü 1°C ısındı. Bu gelişmenin ardından iklim değişikliği ile ilgili ciddi bir mücadele başladı.
Tüm bunların yanı sıra iklim değişikliği göç hareketlerine de sebep oluyor. İklim değişikliği ile mücadele bir ülkenin ya da kıtanın tek başına yapacağı bir şey değil. Bunun için küresel bir çözüm gerekiyor ve 2015 tarihli Paris Anlaşması bu anlamda en kapsayıcı anlaşmalardan biri.
Türkiye Paris Anlaşması’nı imzaladı ancak onaylamadı. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Anlaşmayı bugüne kadar 184 ülke onayladı. Türkiye ise istediği bazı hususlar anlaşma metnine girmediği için onaylama konusunda acele etmiyor.
Türkiye, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni imzaladığında OECD üyesi olarak zengin ülkeler arasında yer almıştı. Dolayısıyla böyle bir yanlışlık yapılmış, neticede Singapur, Katar, Güney Kore ve Meksika gibi ülkeler Ek-1 ve Ek-2’nin dışındayken Türkiye bu listelerde yer aldı.
Ardından 1997 Marakeş Zirvesi’nde Türkiye’nin Ek-2’den çıkma girişimi olumlu bulundu ancak Ek-1 listesinde kaldı. Oysa Paris Anlaşması’nda bundan bahsedilmiyor ve Türkiye’nin özel konumuna dair herhangi bir atıf yok.
Türkiye Paris Anlaşması’nı onaylamak için nasıl bir düzenleme talep ediyor?
Türkiye gelişmekte olan bir ülke ve kişi başına enerji tüketimi OECD ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin çok altında. Dolayısıyla bu sistemin adil ve şeffaf olması, ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar içermesi isteniyor.
Türkiye elinden geleni yaptığını ancak, daha fazlasını yapabilmek için mali ve teknolojik desteğe ihtiyacı olduğunu savunuyor. Kişi başına milli gelirimiz 10 bin doların altındayken 35-40 bin dolar milli geliri olan ülkelerle aynı sınıfta yer alıyoruz.
“Sağlanacak fonlardan Türkiye de yararlanmalı”
Meksika’da düzenlenen Akit Taraflar Konferansı’nda oluşturulan Yeşil Fon’dan da yararlanmak isteyen Türkiye esasen elinden geleni yapmaya çalışıyor. Ancak daha fazlasını yapabilmek için ekonomik ve teknolojik desteğe ihtiyacı var.
Türkiye, Ek-1’den çıkmak için başvuruda bulundu. Ancak çıkış o kadar kolay değil. Türkiye 195 ülkenin olurunu alsa bile bir ülkenin itirazı bu listeden çıkmamıza engel olur. Şahsen bu talebi makul bulmuyorum. Çünkü bugün koşullar değişti ve köprünün altından çok sular aktı. Önemli olan bugün itibariyle ne yapabileceğimize odaklanmamız.
AB’nin gündemindeki en önemli konulardan biri Avrupa Yeşil Mutabakatı (AYM). Bu mutabakat nedir? Türkiye’ye etkileri nasıl olacak?
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursala Von der Leyen AYM’yi “AB’nin Yeni Kalkınma Stratejisi” olarak tanımladı. Bu AB’nin yeni büyüme stratejisi olarak sunuluyor.
Konunun birçok önemli boyutu var. Ancak öncelikle çok kapsamlı bir enerji dönüşümü öngörülüyor. Bundan 20 sene önce enerji kaynaklarımızı çeşitlendirelim, arz güvenliği ve kesintisiz enerji sağlayalım konuları ile uğraşıyorduk. Bugün ise gündemde enerji dönüşümü var. Tabii arz güvenliği de çok önemli ancak enerji kaynaklarının dönüştürülmesi en önemli konu başlığı.
Bu durum bizi nereye götürüyor? Kömür petrol gibi fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına dönüşe…
Güneş enerjisi 2035’te dünya elektrik tüketiminin yüzde 50’sini karşılayacak
Mc Kinsey tarafından son olarak yayımlanan Küresel Enerji Perspektifi’ne göre petrol talebi 2027’de zirve yapacak ve ondan sonra düşüş trendine girecek. Buna karşılık güneş enerjisi 2035’te dünya elektrik tüketiminin yüzde 50’sini karşılayacak.
Yakın gelecekte Hindistan’da dünyanın en büyük açık deniz (offshore) güneş santrali devreye girecek. Birkaç sene öncesine kadar offshore rüzgâr santrallerinden bahsediyorduk şimdi artık deniz üstü güneş santrallerinden elektrik üretimi konuşuluyor. Dolayısıyla enerji dönüşümü kömür ve petrol gibi çok kirleten fosil yakıtlardan çıkışla olacak.
Özellikle kömür hem karbon salımı ile dünyanın ısınmasına hem de hava kirliğine neden oluyor. Hava kirliliği de pandemi ile doğrudan bağlantılı ve bu süreçten sonra insanlar akciğerlerine temiz havayı çekmeyi iki kat daha fazla önemseyecek.
Türkiye nasıl adımlar atmalı?
Şu anda dünyada 136 ülke 2050 yılına kadar karbon nötr olma hedefi belirledi. AB’de 2050 yılı için iddialı bir hedef belirledi. Neden iddialı diyorum? Çünkü Polonya’da hala kömür kullanılıyor ve yine Almanya’da kömür çok önemli bir kaynak. Birçok AB ülkesi ve biz de halen kömür yakmaya devam ediyoruz.
Avrupa Yeşil Mutabakatı’na geri dönersek, bu mutabakatta enerji dönüşümü var ve yenilenebilir enerjiye dönüşün finansmanı var. Esas enteresan olan AB’nin bu dönüşüme 750 milyar avro bütçe ayırması. Bu bütçenin 150 milyar avrosu dönüşümden zarar görecek tesislerin, sektörlerin ve insanların desteklenmesi için kullanılacak. Yani adil dönüşüm amaçlanıyor.
Peki, Türkiye’nin adil dönüşümü finanse edecek durumu var mı? Bu yüzden AB ile iş birliği yapmamız gerekiyor. Çünkü Türkiye AB’ye aday ülke ve bu coğrafyanın devamı olarak elektrik ve doğal gaz şebekelerine entegre.
“İklim ve enerji politikalarımızı AB ile uyumlu hale getirmemizde yarar var”
AB, Türkiye’nin en büyük dış ticaret partneri. Dolayısıyla dış ticaretimizi ve ekonomik ilişkilerimizi olumsuz etkileyecek politikalardan kaçınmamız, iklim ve enerji politikamızı mümkün olduğu kadar imkânlar ölçüsünde AB ile uyumlu hale getirmemizde yarar var. Aksi halde, AB ithal ettiği mallara sınırda karbon vergisi uygulayacak, bu durum birçok sektörümüze zarar verecek, hatta hiç suçu olmayan sektörler bile zarar görecek.
“Sınırda ciddi bir dezavantajla karşı karşıya kalabiliriz”
Örneğin, biz hem AB’ye hem de İngiltere’ye yüksek miktarlarda beyaz eşya ve otomobil satıyoruz. Dolayısıyla Türkiye’nin iklim, enerji ve ekonomi politikalarını AB ile uyumlu hale getirmemesi durumunda sınırda çok ciddi bir dezavantajla karşı karşıya kalacağız.
O zaman biz AB pazarında kiminle yarışacağız? Çin’le mi? Meksika’yla mı? Amerika’yla mı? Bu durum bize çok ciddi dezavantaj sağlayacak. Bunun önüne geçmek için Türkiye’nin şimdiden hem enerji dönüşümünü hem de enerji tasarrufu planlarını hayata geçirmesi gerekiyor.
AB’deki gelişmeler, ABD’nin yeni iklim politikası, Glasgow’dan beklenen daha kapsamlı tedbirler ve taahhütler yine finans piyasasındaki durum çok önemli. Son zamanlarda birçok enerji ve petrol şirketi 2050 yılında karbon nötr hedeflerini ilan etti.
Bu durum karşısında Türkiye’nin hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi, linyiti finanse etmesi, mevcut 34 kömür santraline ek 24 termik santral kurmayı ön görmesi ciddi sorunlar yaratabilir.
Bildiğimiz kadarıyla Türkiye’nin güneş ve rüzgâr potansiyeli temiz enerji kaynağı kullanan birçok ülkeden daha fazla. Potansiyelimizi yeteri kadar kullanıyor muyuz?
Son zamanlarda YEKDEM yoluyla birçok yenilenebilir enerji projesinin desteklendiğini görüyoruz. Epey mesafe alındı ama güneş, rüzgâr ve jeotermalde Türkiye’nin yararlanması gereken ciddi bir potansiyeli mevcut.
Bu kapasiteden yararlanırken eş zamanlı olarak elektrik şebekelerini yenilememiz, akıllı ve dayanıklı şebekelere yönelmemiz gerekiyor.
Biz bir taraftan yenilenebilir enerji kaynakları kapasitemizi tam olarak kullanırken aynı zamanda hidroelektrik santrali yapım aşamasında küçük derelerin kurutulması ve köylümüzün mirasının yok edilmesi ya da ormanlarımızın zarar görmesine yol açacak küçük santrallerden kaçınmalıyız.
“2040 yılına kadar kömürü kademeli olarak bırakmalıyız”
Türkiye’nin bu aşamada yapması gereken iklimle ilgili bir yol haritası hazırlamak. Biz kömürü kullanmayalım demiyoruz ama 2040 yılına kadar kademeli olarak kömürün devre dışı bırakılması gerekiyor.
Afşin, Elbistan gibi çok sayıda eski santralimiz var. Bunların modernizasyonu ve filtreleme sistemlerinin en iyi şekilde yapılması ve en önemlisi kömürden ve petrolden yavaş yavaş çıkılmasında yarar var.
Bu evrede AB uyum çalışmalarına başlamamız ve Paris Anlaşması’nın parlamentodan geçmesi önemli bir adım olacak.
Çünkü Türkiye’nin bu süreçte itibarsızlaştırılma ihtimali var. An itibariyle ülkemiz aleyhinde ciddi bir kamuoyu oluşturuluyor. Türkiye’nin bir an evvel diplomasi kanallarının yanı sıra, özel sektör ve bankalarımız yoluyla gerekli önlemleri almasında yarar var.
Sizin, sürdürülebilirlik konularında da önemli çalışmalara imza attığınızı biliyoruz. Pandemi ile birlikte sürdürülebilir ekonomi de gündemi oldukça meşgul etti. Sürdürülebilir ekonomi nedir? Ülke olarak sürdürülebilir ekonomide neredeyiz?
Sürdürülebilirlik basit birkaç kelimeyle sadece ekonomik büyümeyi değil, çevresel ve sosyal boyutu da dikkate alan daha kapsamlı ve dengeli kalkınma demektir. Büyümenin sosyal ve çevre boyutunu göz ardı ederek kâr maksimizasyonuna odaklanmaya vahşi kapitalizm de denirdi.
Önce biz büyüyelim, biz kalkınıp sanayileşirken çevreye ve diğer insanlara, kırılgan gruplara verdiğimiz zararları dikkate almayalım, sonrası nasıl olsa gelir deniliyordu. Nehirlerimiz, göllerimiz ve denizlerimiz biraz kirlenebilir ama biz zengin olunca bunların çaresine bakarız gibi sürdürülemez bir politikalar izleniyordu.
Özetle, ekonomik büyümenin, refah ve milli gelirin artırılması, bunu yaparken de çevrenin kirletilmemesi ve gelecek nesillerin haklarının yenmemesidir. Kalkınırken, fakiri daha fakir, zengini daha zengin etmemeliyiz. Bu çok önemli bir husus. Aksi halde kalkınma sürdürülemez oluyor.
İşçinin ve dar gelirlinin, kadınlar ve çocuklar gibi kırılgan grupların, azınlıkların ve göçmenlerin korunabilmesi için kapsayıcı büyümeye ihtiyacımız var. Demek ki büyürken temiz büyüyeceğiz, havamızı, toprağımızı ve suyumuzu kirletmeyeceğiz, kırılgan grupların refahını düşüneceğiz.
Emekli Büyükelçi Mithat Rende
Büyükelçi Mithat Rende 2013-2016 yılları arasında Paris’te yerleşik OECD nezdinde Büyükelçi ve Daimi Temsilci olarak görev yapmış ve bu görevi sırasında OECD İcra Komitesi Başkanlığını yürütmüştür. Doha Büyükelçiliğinin ardından, 2010-2013 yılları arasında, Dışişleri Bakanlığında Çok taraflı Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğünü üstlenen Büyükelçi Rende, 2005-2007 yıllarında, Brüksel’de yerleşik Enerji Şartı Sekretaryasında Ticaret ve Transit Grubu Başkanlığı yapmıştır.
Şam, Roma, Sofya ve Londra Büyükelçilikleri ile NATO (Brüksel) ve AGİT (Viyana) Daimi Temsilciliklerinde çeşitli görevlerde bulunan Büyükelçi Rende, Dışişleri Bakanlığında Avrupa Birliği, Siyaset Planlama, İnsan Hakları ve Enerji İşleri ile Sınır Aşan Sular dairelerinde çalışmış, ayrıca İklim Baş Müzakerecisi, Türkiye Nükleer Enerji Komisyonu Üyesi ve Mavi Marmara Vakası BM Özel Paneli nezdinde Türkiye Temas Noktası görevlerini üstlenmiştir.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Rende, Claremont Enstitüsü, NATO Savunma Koleji ve Kraliyet Savunma Kolejinin lisansüstü programlarını tamamlamıştır.
Katar’ın Devlet Nişanı sahibi olan Mithat Rende halen birçok üniversite, yerli ve yabancı STK, düşünce ve medya kuruluşunun faaliyetlerine konuşmacı ve yorumcu olarak katkıda bulunmaktadır.