Yazar: Dr. Ezgi EDİBOĞLU
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (UNFCCC) taraf olan ülkelerin, ortak bir zemin bulmak ve aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek amacıyla yıllık iklim zirveleri arasında düzenledikleri SB toplantılarının altmışıncısı (SB60), hayal kırıklığı ile sonuçlandı. 3-13 Haziran tarihleri arasında, Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Sekreteryası’nın bulunduğu Bonn’da gerçekleştirilen toplantıda çok az somut ilerleme kaydediledi ve taraflar arasındaki ciddi anlaşmazlıkların devam ettiği görüldü. Ortaya çıkan tablo, Azerbaycan’da düzenlenecek COP29’da önemli konularda uzlaşma imkanının düşük olduğuna işaret ediyor.
2023 yılında Birleşik Arap Emirlikleri’nin ev sahipliğinde gerçekleşen 28. Taraflar Konferansı’nın (COP28) finans ve uygulama anlamındaki önemli başarıları, tamamlanan Küresel Durum Değerlendirmesi (GST) ile Kayıp ve Zarar Fonu’na ilişkin kararlardı. COP28’de ilk defa yayınlanan Küresel Durum Değerlendirmesi Raporu, iklim değişikliği ile mücadelede ulusal değil, küresel olarak ne kadar yol alındığını ortaya koyuyordu. Kayıp ve Zarar Fonu ise, iklim değişikliği kaynaklı kayıp ve zararların tazmini için, bu krizde öncelikli sorumluluğu olan gelişmiş ülkelerin sorumluluk üstlenmesi gerektiği fikrinden hareketle kurulmuştu. Bu yeni maddeler üzerine Bonn’da alınacak kararlar, eylemlerin nasıl ilerleyeceğini anlamak için büyük önem taşıyordu.
Fosil yakıtlardan çıkış konusu havada kaldı
COP28’in en önemli konusu olan GST’nin teknik raporu, sözleşmeye taraf olan tüm ülkelerin ulusal katkı beyanlarını analiz etti. Rapor, küresel olarak önemli ölçüde ilerleme kaydedemediğimizi gösteriyordu. Buna göre, tüm tarafların hedeflerini gerçekleştirdiği bir senaryoda bile, küresel emisyonlar, 1990 seviyelerine kıyasla yalnızca %2 daha az olacaktı. Oysa küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlandırmak için gereken azaltım %43 olarak hesaplanıyor. COP28’de taraflar, bu teknik rapora cevaben Taraflar olarak ne yapmaları gerektikleri üzerine azaltım, uyum, finans gibi önemli konuların genel koşullarında anlaştıkları GST kararlarını kabul ettiler. Bu kararlarda azaltımla ilgili fosil yakıtların ‘aşamalı olarak kullanımdan kaldırılması’ konusu ayrıca önemliydi.
Bonn’da GST kararlarıyla ilgili hem prosedürler ve lojistik unsurları hem de kararlaştırılanların uygulanmasına ilişkin diyaloğun usulleri tartışıldı. Ne var ki, iki müzakerede de hiçbir önemli konuda mutabık kalınamadı. 23 sayfa olan GST kararıyla ilgili, prosedürler ve lojistik unsurlarla ilgili olarak 3 paragraf ve uygulanmasına ilişkin diyaloğun usulleri hakkında 4 paragraflık taslak kararları alındı. Bu kararlar konunun esası hakkında hiçbir şey söylemeyen metinler. Dolayısıyla GST kararlarında geçen konuların hiçbiri hakkında tarafların nasıl ilerleyeceğini bilemiyoruz. Örneğin, devletlerin ulusal katkı beyanlarını uygulamalarıyla ilgili analizler yapılacak mı, yapılacaksa nasıl yapılacak ve geride kalanlar için uygulama destekleri ne olacak, GST’de kabul edilen finans ihtiyacı hangi konularda harcanabilecek, fosil yakıtlardan çıkışla ilgili olarak rejimden teknik destek gelecek mi veya çıkışla ilgili, devlet bazlı süreçleri izleme gibi, şeffaflıkla ilgili yöntemler geliştirilecek mi, gibi pek çok konu tamamen belirsiz.
Bu konuda yapılan tüm önemli tartışmalar, daha sonra değerlendirilmek üzere gayri resmi notlara döküldü. Taraflar, GST kararlarını uygularken hangi başlıklara odaklanacakları konusunda dahi anlaşmaya varamadılar. Kabul edilen taslak sonuçlar, gereken ilerlemenin COP29’da kaydedilebileceği konusunda umut verir nitelikte değil.
Ayrıca GST’nin kalbi olan ‘enerji’ ve ‘fosil yakıtlar’ gibi terimler, SB60 taslak kararlarında dikkat çekici bir şekilde yer almıyor. Diğer konuların müzakereleri sırasında da bu terimlerden özellikle kaçınıldı. Birçok ülke, iklim finansmanına ilişkin yeni bir kolektif, sayısal hedef belirlenmesine yönelik tartışmalarda, taslak metinde ‘enerji’ konusuna yapılan atıfların çıkarılmasını talep etti.
Uygulamaya yönelik elle tutulur bir karar yok
Toplantının bir diğer önemli gündem maddesi, GST kararlarını tamamlamada önemli bir unsur olan ve COP29’da tartışılıp kabul edilmesi beklenen Şarm el-Şeyh Azaltım Hedefi ve Uygulama Çalışma Programı’nın taslak metniydi. Ancak bu taslak üzerinde de anlaşmaya varılamadı. Bir sonuç taslağının olmaması, ciddi anlaşmazlıklara işaret ediyor ve bunları kısa sürede aşmak mümkün olmayabilir.
Kayıp ve Zarar Fonu’nda ise kritik mesele, Fon’un finansman kaynaklarının netleştirilmesiydi. Yeni iklim finansmanı kolektif sayısal hedefi (new collective quantified goal on climate finance), tüm rejimin 2025 sonrası ana bütçesini belirleyecek; eğer bu hedef Kayıp ve Zarar Fonu ile ilişkilendirilmezse, Fon’un bütçesi devletlerin bireysel taahhütlerine mahkum kalacak. Ne var ki iklim finansmanı için sayısal hedef, SB60’da belirlenemedi. Dahası, gelişmekte olan devletler, yeni iklim finansmanı hedefi için aktarılan bütçenin sadece azaltım ve uyuma harcanmasıyla yönündeki tercihlerini dile getirdiler.
SB60 kararlarında uygulamaya, enerji meselesine veya GST sonuçlarını hayata geçirmeye yönelik neler olduğu sorusunun, elle tutulur bir yanıtı yok. Bu cevaplar, eğer bu gidişat kırılabilirse, müzakerelerin ilerleyen aşamalarında belirlenecek. Dolayısıyla temennimiz bunun, iklim finansmanında olduğu gibi, yıllar ya da on yıllar almaması. COP28 kararlarındaki uygulamaya yönelik adımlar ve finansman artırımı ivmesi, SB60’ta tamamen kaybolmuş görünüyor.
İklim finansmanı yine kördüğüm, yeni hedef belirsiz
2009 yılındaki COP15’te gelişmiş ülkeler, 2020 yılına kadar iklim finansmanı için yıllık 100 milyar dolar ayırma taahhüdünde bulunmuşlardı ve taahhüdün vadesi 2015 yılındaki COP21’de 2025 yılına kadar uzatıldı. 2025 yılı sonrası için belirlenecek yeni iklim finansmanı kolektif sayısal hedefi ise COP29 ana konularından biri olacak. Maalesef SB60’ta bu hedefe ilişkin yürütülen müzakereler de hayal kırıklığı yarattı. Gelinen noktada, COP29’da yeni bir hedefin belirlenip kabul edilmesi pek olası görünmüyor.
SB60 müzakerelerinde gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin yıllık 1 trilyon doların üzerinde kaynak sağlamasını talep ettiler. Ancak gelişmiş ülkeler, hem zaman çizelgesi hem de miktara itiraz ederek bu meblağı karşılayamayacaklarını söylediler. Ayrıca finansman taahhüdünün küresel bir hedef olması gerektiğini savunarak, gelişmekte olan ülkelerin de katkı sunması gerektiğini ima ettiler.
Bir diğer önemli tartışma ise fonların kaynağı oldu. Gelişmekte olan devletler, kaynağın temel olarak gelişmiş devletlerin kamu finansmanından gelmesini istiyorlar. Bu, özel sektör ve diğer kaynaklar tarafından yaratılacak bütçenin, gelişmiş devletler tarafından sahiplenilmesini engelleyecek bir adım olarak düşünülüyor.
Gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin 1 trilyon doları nasıl toplayabileceklerine dair net öneriler dahi sundular. Fakat müzakere süresinin çoğu, eski meseleler üzerine yapılan tartışmalarla boşa harcandı. Örneğin Ek-1’e girmeyen devletler, yani gelişmiş devletler harici tüm devletler, gelişmiş ülkelere tarihsel sorumluluklarını hatırlattılar ve iklim değişikliğinin, en az gelişmiş ülkeler ile küçük ada devletlerini ciddi ölçüde etkilediğini vurguladılar. Gelişmiş ülkeler ise finansman sağlayarak öncülük etme isteği göstermeksizin, çevrenin korunması ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin tanınması üzerine genel geçer açıklamalarda bulundular. Bu noktada gelişmiş ülkelerin, 15 sene önce yaptıkları, yıllık 100 milyar dolarlık finansman sağlama taahhütlerini dahi hala yerine getirmediklerini belirtmekte fayda var.
Ne var ki finansman konusu, yalnızca bu sayısal hedefin belirlenmesinde bir ‘hayal kırıklığı’ olarak ortaya çıkmadı. Aksine, birçok kararda, eylemlerin ‘mali kaynakların mevcudiyetine bağlı olarak’ gerçekleştirileceğine dair ifadeler yer aldı. Konu öyle enteresan yerlere geldi ki, bir noktada Arap Devletleri Grubu, BM İklim Değişikliği Sekreteryası’nın seyahat harcamalarını sorguladı ve COPlara katılan özel sektör katılımcılarından katılım ücreti alınmasını önerdi. Özetle, SB60’ta finansmana ve eyleme geçmeye dair tüm hususlar askıya alınmış gibi oldu.
Uyum hedefi için taslak kabul edildi
2021’de kararlaştırılan Küresel Uyum Hedefi’ne ilişkin taslak sonuca ise Genel Kurul kapanış gününde ulaşıldı. Bu kararda; finansman, teknoloji transferi ve kapasite geliştirme gibi, iklim değişikliğine uyum için üzerinde anlaşmaya varılan uygulama araçları hakkında da bir paragraf bulunuyor. Ancak bu noktalarda ilerleme sağlanamayınca, uyum çalışmalarının da sekteye uğraması kaçınılmaz.
Taslak sonuç yine de olumlu adımlar içeriyor. Tarafların uyum konusunda attığı adımların ölçülmesi için bir sistem kurmak, özellikle sürecin şeffaflığı açısından oldukça önemli. Ayrıca bağımsız teknik uzmanların da taraflara teknik çalışmalarda yardımcı olmaları üzerinde anlaşıldı. Bu maddeler COP29’da onaylanırsa, taslak sonuç resmiyet kazanacak.
Klasikleşmiş müzakere oyunu sahnelendi
SB60 müzakerelerindeki genel hava ve alınan, alınamayan tüm kararlar göz önünde bulundurularak şunu söylemek mümkün: SB60’ta, COP28’de hissedilen, tarafların adım atmaya hazır olduğuna dair hava, kesinlikle yoktu. Bunun yerine taraflar, inatçı bir tutumla yıllardır süregelen, klasikleşmiş, iklim değişikliği müzakere oyununu oynadılar: ‘Onlar harekete geçmezse, biz de geçmeyiz!’ Bu öyle bir raddeye vardı ki, SB60’da taraflar, akademik araştırmaların gündem maddeleri üzerinde dahi anlaşamadılar, taslak kararda bu konunun yer almaması tercih edildi ve tartışma COP29’a bırakıldı.
Yalnızca iki konuda pek fazla tartışma olmadan sonuç taslakları kabul edildi. Bunlar, tarım ve gıda güvenliğine yönelik iklim eyleminin uygulanmasına dair Şarm El-Şeyh ortak çalışması ve Yerel Topluluklar ve Yerli Halklar Platformu kararı idi. Metinlerden ilki, gıdayla ilgili tüm aktörlerin iletişimde olması ve işbirliği yapabilmesi için çevrimiçi bir sistem oluşturmaya ilişkindi. İkincisi ise yerel toplulukların ve yerel halkların COP sürecine dahil edilmesini sağlıyordu. Kısacası her iki karar da, şu aşamada taraflara önemli bir mali yük getirmeyen kararlar. Peki acaba bu adımların finansmanı gündeme geldiğinde, yine böylesine sorunsuz bir şekilde karar verilebilecek mi?
İkinci olarak, Sekreterya, gündem maddelerinin çokluğundan şikayet etti. Bu durum, sürecin yönetilmesini ve küçük delegasyonlar için her konuya aynı özenin gösterilemesini zorlaştırıyor. Aynı zamanda, müzakereler için artık zamanın yetmediği de vurguladılar. COP28 değerlendirmemde de belirttiğim gibi, bu yoğun gündem oluşturma çabasının, tarafların rejimi çalışıyor gibi gösterme gayreti ile ilgili olabileceğinden şüpheleniyorum. Bu gündem yoğunluğu gösterisi, küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlandırma hedefinin çoktan kaçtığını fark eden devletlerin, başarısızlıklarını örtme çabası olabilir. Zira, örgüt gibi, daima çalışan bir yapı kurmak yerine, COP ve SBler altında devletleri yılda sadece birkaç kez buluşturup bir de her biri oldukça önemli tartışma maddeleriyle gündemi boğmak anlaşılabilir değil. Rejim adeta çalışamaması için sürekli ağırlaştırılıyor.
İklim, ideolojiler üstü bir mesele olmalı
Son olarak, SB60 boyunca katılığım sunumlarda ve etkinliklerde, çok fazla kişinin iklim değişikliğiyle mücadeleyi sadece sol veya liberal görüşlü partilerle ilişkilendirdiğini fark ettim. Bu algının, sağ partilerin iklim değişikliği konusunda şüpheci olduklarını ifade etmeleri, iklime yönelik fonları kesmeleri gibi örneklerden kaynaklandığını biliyor ve anlıyorum. Ancak bugün geldiğimiz noktada, hem sol hem de sağ partilerin, iklim değişikliğinin varlığı ve ciddiyeti konusunu, kendilerini diğer gruptan farklılaştıracak bir politik araç olarak kullandıklarını düşünüyorum. Bu kutuplaşmanın mağduru ise, popülist söylemler yüzünden iklim değişikliğinden şüphe eden insanlar ve iklim değişikliğiyle mücadelenin kendisi oluyor.
Bu yüzden, “iklim değişikliğinin kabulü”nü ve “iklim değişikliğiyle mücadele”yi ideolojilerle ilişkilendirmekten özellikle kaçınmamız gerektiğini düşünüyorum. İklim değişikliğinin bilimsel temelinin ve getirdiği varoluşsal risklerin politizasyonunu kanıksadığımızda ve bu tavrı bir ideoloji ile eşleştirdiğimizde, konuyu kendi çıkarları için siyasallaştıran partilere bahane sunmuş veya fayda sağlamış oluyoruz. Yoksa tabii ki partiler, iklim değişikliğiyle mücadelede kendi bakış açılarına göre “farklı yöntemler” kullanabilirler. Ancak her partinin ve ideolojinin, iklim değişikliğini kabul etmesini ve mücadele konusunda bir strateji geliştirmesini beklemeliyiz. Nitekim bilimsel bir gerçekliğin kabul edilmemesi, ideolojilerle açıklanabilir ya da kanıksanabilir bir durum değil. Bu, yerçekiminin varlığının ve etkilerinin sol veya sağ diye nitelenmesi gibi bir şey olurdu.
İklim değişikliği kaynaklı aşırı hava olaylarının sebep olduğu ölümlere, zorunlu göçlere, onarımı milyarlarca dolara mal olan ağır hasar görmüş şehirlere ve geri dönüşü olmayan biyolojik çeşitlilik kayıplarına hep beraber tanıklık ediyoruz. Bu konu ideolojilerin üzerinde.