Bengisu Özenç – Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFiA) Direktörü
Ulusal Enerji Planı’na baktığımızda, yalnızca 5 yıl öncesinde “Milli Enerji ve Maden Stratejisi”nde öngörülmüş olan, yılda 1GW güneş ve 1GW rüzgâr kapasitesi artışının plan döneminde sırasıyla 3,1 GW ve 1,4 GW olarak güncellenmiş olması söz konusu yenilenebilir enerji teknolojileriyle ilgili hızlı gelişimi de göz önüne seriyor. Kaldı ki, sektör temsilcilerinden alınan bilgiler özellikle rüzgâr kapasitesinde çok daha yüksek artışların sağlanabileceği yönünde. Aynı şekilde, sektör uzmanları tarafından daha yüksek kapasitede dahil edilebileceği söylenen batarya kapasitesi ile birlikte değerlendirildiğinde Plan döneminde daha yüksek yenilenebilir enerji kapasitesiyle fosil yakıt payını daha erken aşamada azaltmak mümkün gibi görünüyor.
Bu durum elektrifikasyon yoluyla sanayideki emisyonların azaltılmasına da katkı sağlayacağından, Türkiye’nin emisyon azaltımını 2035 öncesinde de destekleyebilecektir. Bu açıdan, 2035 yılı sonrasına bırakılmış gibi görünen hızlandırılmış elektrifikasyonun daha öne çekilebileceğini ve böylelikle geçişin maliyetlerinin de zamana yayılarak daha dengeli şekilde karşılanabileceğini değerlendirmekteyiz.
Fosil yakıtların elektrik üretimi payındaki düşüş ümit verici olsa da Plan süresi boyunca 3,2 GW olarak öngörülen yeni kömür kapasitesi kurulumu da bizim açımızdan büyük bir hayal kırıklığı. Mevcut santrallerin bile idamesinin ancak yüksek tutarlı teşviklerle sağlanabildiği, pek çok santralin çevre mevzuatına uyum sağlayacak yatırımları yerine getirmediği ve yeni kömür yatırımı için finansman imkanlarının hızla daraldığı bir dönemde Türkiye’nin yeni santral planlarını açıklamış olması ne yazık ki bizi tarihin yanlış yerinde konumlandırıyor. Plandaki rakamlara bakınca söz konusu santrallerin oldukça düşük kapasitelerde (kapasite kullanım oranının yaklaşık %30 olacağını tahmin ediyoruz) çalıştırılacak olması bu santrallerin finansal fizibilitesini de sorgulamamıza neden oluyor. Bu kadar düşük kapasite kullanım oranları ile sistemde kalmaya devam etmesi planlanan santraller, yatırımcıları için zarar anlamına gelecektir. Kamunun bu santralleri devrede tutmak üzere harcayacağı bütçe ise Türkiye’nin dönüşümü finanse etmek yerine net-sıfır hedeflerine ulaşmasının maliyetini artıracak verimsiz bir kaynak kullanımı demek. Planda da altı çizildiği gibi karbon yakalama, tutma ve kullanma teknolojilerinin fizibil olmadığı bir ortamda bu yatırımların sistemde kalması kaçınamayacağımız bir emisyon anlamına da geliyor.
Oysa Türkiye, Planda ifade edilenin aksine, kömürlü termik santrallerinin bir geçiş süreci içerisinde aşamalı olarak kapatılmasını hedefleyerek hem planlı bir geçiş sayesinde dönüşümün etkilerini yönetecek bir stratejiyi zamanında ortaya koyabilir hem de Adil Enerji Dönüşümü Ortaklığı (Just Energy Transition Partnership – JETP) gibi kömürden çıkışı finanse etmek üzere tasarlanmış olan mekanizmalardan yararlanabilir. Hatırlanacağı gibi bu mekanizmadan en son 15,5 milyar dolar ile Vietnam yararlanmış, onun öncesinde ise Endonezya’ya 20 milyar dolar, Güney Afrika’ya ise 8,4 milyar dolar sağlanmıştı.
Planda kaygı yaratan diğer bir konu ise Türkiye’de 2035 yılına kadar ikinci bir nükleer santral yapımının planlanması ve birincil enerji talebinde nükleer payının 2053 yılına kadar yaklaşık %30’a çıkacağının tahmin edilmesi. Maliyetleri ve güvenlik riskleri ortada olan bir teknolojinin, özellikle Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını artıracağı da göz önünde bulundurulduğunda bu kadar iddialı bir şekilde Plana dahil edilmesinin sakıncalı olduğunu düşünüyoruz.
Net-sıfır ekonomiye geçerken, bir yandan karbonsuzlaşma önlemlerini ötelemek yerine zamana yayarak maliyetleri düşürmeye çalışmak, diğer taraftan da maliyet yaratacak olan muhtemel ölü yatırımlardan kaçınmak ve geçiş için mevcuttaki finansal imkanlardan faydalanmak önemli olacak.